BİR DOSTLUK SINAVI / Öykü
- Düş ve Mitos

- 12 Eki
- 2 dakikada okunur



Yoklama yaptı. Ciddi bakışlarıyla sınıfı süzdü ve ödevleri getirmemizi istedi.
Her öğrenci resmini teslim ettikçe, hocanın kaşlarının çatılıp çatılmadığına bakıyor, nefesini tutuyordu.
Kalbim hızla atıyordu. Sessizdim. Resmimi verirken, “Ya Rasim Hoca anlarsa? ” diye tedirgindim. Mehmet ise en arkadaki sıralardan birinde oturuyordu. Belli ki o da tedirgindi. Parmaklarının arasında buruşturacak gibi sıkıyor, her an geri çekmek istiyormuş gibi davranıyordu. Sonunda, o da resmini verdi.
Rasim Hoca, resimleri masanın üzerine yığdı. Sonra teker teker bakmaya başladı. Sınıfın içinde derin bir sessizlik hâkimdi. Nefesler tutulmuş, hocanın ağzından çıkacak söz bekleniyordu.
Rasim Hoca her bir resmi eline alıp notunu vermeye başladı.
“Kemal, çizgilerin çok zayıf, gölgelendirme diye bir şey yok. Ben böyle mi gösterdim? Üç.”
“Ah be İsmet, olmamış bu. Oranlar yanlış. Portreyi baştan yanlış kurmuşsun. Notun, iki.”
“Hımm, biraz emek var ama sabırsızlık kendini çok belli ediyor. Yine de fena değil Tamer, dört.”
“Çok kötü. Yüz hatları dengesiz. Gölgelendirmeyi çalışmalısın Tülin. İki.”
“Nihayet güzel bir resim. Aferin Tunç. Notun: yedi.”
Rasim Hoca resimlere not verdikçe kimi öğrenciler derin bir nefes alıyor, kimi kâğıdına mahkûm olmuş gibi bakıyordu.
Sonra benim resmimi eline aldı. Bu resim Mehmet’ten alıp üzerinde düzelttiğim resimdi.
“Tayfun…” dedi. Bir süre hiçbir şey söylemedi. Baktı, baktı. Gözleri kâğıdın üzerinde gezindi, dudaklarının kenarında küçük bir bükülme oldu. Belli ki beğenmemişti. Sınıfın sessizliği daha da büyüdü; herkes hocanın bakışlarının ağırlığını hissediyordu. “Senden bunu beklemezdim” dedi. “Bu resim senin mi? Ne yaptın sen böyle? Çok karmaşık, çok özensiz, bir veriyorum.”
En son resim Mehmet’in resmindeydi. Hoca uzun uzun baktı, gözlüklerini düzeltti. Şaşırmış gibiydi. “Çizgiler yerinde, gölgelerde. On. Aferin Mehmet” dedi.
Tam o sırada ders zili çaldı.
Rasim Hoca resimleri topladı. Kapıya doğru yöneldi. Tam kapıdan çıkarken geri dönüp, “Tayfun… Mehmet… İkiniz odama gelin” dedi.
x
Koridor teneffüsün gürültüsüne karışmıştı ama biz ağır adımlarla ilerlemeye başladık. İkimiz de konuşmuyorduk. Mehmet, başı önünde ilerliyordu. Ben ise göğsümde bir yumruyla yürüyordum; her adımımda kalbim biraz daha fazla çarpıyordu.
Rasim Hocanın odasının kapısına geldik. Kapı açıktı, hoca bizi içeri davet etti. Odada eski kitapların, eskiz defterlerinin kokusu vardı. Hoca masasına oturdu, gözlüklerini çıkardı ve ikimize uzun uzun baktı.
“Söyleyin bakalım” dedi. “Neden yaptınız bunu? Sınıfta belli etmedim ama söyle bakalım Mehmet, Tayfun’un resmi senin elinde ne işi var?”
Mehmet ellerini dizlerine kenetlemişti.
Benim yüzüm kızarmıştı.
Sessizlik odayı örttü.
“Peki söylemeyeceksiniz, anladım. Eh ben de çok üstünüze gelmeyeyim. Mehmet sen iftara geçecektin değil mi? Peki bu özel bir durum, sırf benim dersim yüzünden, senin iftara geçmene engel olmak istemem. Bu defalık affediyorum.”
Gözlerim dolmuştu. İçimde bir ağırlık boşalmış gibi oldu. Mehmet dudakları titreyerek, “Teşekkür ederim hocam…” diyebildi.
Rasim Hoca elini kaldırdı, sessizce bize kapıyı gösterip, “Şimdi kaybolun karşımdan bakayım. Bundan sonra da resim yaparken bu iyiliğimi unutmayın” dedi.
Dışarıya çıktığımızda yağmur yağıyordu. Çınarların yaprakları damlaların altında titriyor, taşlı yollarda hayat, bizim yaşadığımız anın üzerine akmaya devam ediyordu.










































































































Yorumlar